12 Kasım 2017 Pazar

7. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali - İzlediklerim

7. Suç ve Ceza Film Festivali geride kalırken 7 film izleme şansına erişebildim. 1 tane de panele katıldım bu süre içerisinde. Bu yoğunluk içerisinde 7 film izleyebildiğim için mutluyum. Tek üzüldüğüm nokta var o da ne yazık ki ödül alan filmleri izleyemedim. Filmlerin tamamını rastgele seçmiş olmama rağmen tamamını beğendim. Bu güzel bir seçkiyi bizlere sunduğu için festivale ev sahipliği yapan kişilere ve kurumlara teşekkür etmek istiyorum. 

Festival süresince beni en şaşırtan olay ise salonların boş olması. Böylesi güzel filmlerin boş salona oynaması üzücü. Evet tanıtım yönünden zayıf bir festival ama en dandik festival filminin biletini dahi günler öncesinden bitiren insanların bunu es geçmeleri garip. Hayır Cannes, Berlinale etiketli ve daha önceden de bilinen güzel filmler vardı. Gerçekten de garip bir durum. Neyse. İzlediğim filmlere değinecek olursam eğer:

Aala Kaf Ifrit - Güzel ve İtler

Tunus yapımı film, genç bir kızın bir gece içerisinde yaşadığı kabus gibi bir olayı anlatıyor. Bürokrasinin aksak işleyişi, polislerin görevini kötüye kullanışı, mahalle baskısı gibi olayları güzel bir şekilde anlattığını düşünüyorum filmin. Film kendi içerisinde bölümlere ayrılmış ve her bölüm tek plan çekilmiş. Bu durum filme ayrı bir hava katmış. Kızın yaşadığı gerilimi yansıtma konusunda etkisi olduğunu düşünüyorum. 

Hostages - Rehineler

Sovyetler zamanında Gürcistan'da geçen ve gerçek bir hikayeden alınan bu filmde; baskıdan bulanan bir grup gencin uçak kaçırarak zorla uçağı Türkiye'ye indirme ve o baskıdan kurtulma planını konu alıyor. Film bittikten sonra filmin bir oyuncusuyla yapılan soru cevapta da o dönemin ve bu dönemin kıyasıyla ilgili birkaç şey konuşulması gayet güzeldi. 

Maze - Labirent

Gerçek bir hikayeden uyarlanan Maze, İngiltere-İrlanda arasındaki sıkıntılı dönemde gerçekleşen büyük bir hapishane kaçış planını konu alıyor. Bu planı gerçekleştirmek amacıyla bir gardiyanla arkadaşlık kurmaya çalışan bir İrlandalı ve o gardiyan üzerinden dönüyor hikaye. Arka planında ise İngiltere-İrlanda meselesine de değiniyorlar.

In The Name Of The Father - Babam İçin

Festival seçkisi içerisinde adalet temalı eski filmlere de yer verilmiş. In The Name Of The Father'ın onlardan biri oluşu beni çok mutlu etti açıkçası. Daniel Day-Lewis gibi birini sinemada izlemek onun hakkını daha iyi veriyor. Filme gelecek olursak, yine İrlanda meselesi üzerinden gerçek bir hikayeye konuk oluyoruz. Sivillerin öldüğü bir bombalama olayından sonra olayla hiç alakası olmayan insanlar tutuklanır ve senelerce içeride kalır. Bu bombayı hazırlayan kişi yakalanmasına rağmen hapishane hayatları devam edecektik. Özellikle açılış ve kapanış sahneleri ve müzikleriyle akıldan çıkmayacak bir film olmuş.

Zwischen Den Jahren - Bir Dönemin Sonu

Almanya'da işlediği cinayetten sonra cezası bitip yeni bir hayata başlayan bir adam ve bu olayı unutmayan ve eş ve baba. Karısını ve çocuğunu öldüren kişiyi rahat bırakmayan adam, sürekli olarak takipte olduğunu hissettiren şeyler yapmaktadır.

Die Göttliche Ordnung - Kutsal Düzen

İsviçre'de kadınlara oy hakkı verilmesi konusundaki bir referandum öncesindeyiz. Küçük bir köyde kadınlar bile oy vermemelerini savunurken bir kadının her şeye rağmen verdiği mücadeleyi anlatıyor bizlere film. Sadece oy hakkı konusunda değil, kadının ikinci plana atılışı konusunda da anlatılan her şey net şekilde izleyiciye geçiyor ve bu konuda gayet başarılılar. Film üzerinden ise festivale şöyle bir eleştirim olacak. Filmin sinemada izlediğim kopyasının görüntü kalitesi çok kötüydü. 360p gibi bir kalitedeydi resmen. Ayrıca arada ekrana bir görüntü gelip duruyordu. Filmi çekildiği döneme gönderme olsun diye mi kötü çektiler acaba diye düşündüm hatta bir ara. Gerçekten de yakışmadı bu durum.

1945

İkinci dünya savaşı sonrası iki Yahudi Macaristan'da bulunan kasabasına geri döner. Fakat bu durum kasabada huzursuzluk yaratmıştır çünkü kasaba halkı Yahudilerin mallarını ve topraklarını çoktan paylaşmıştır. Filmi, bana ikinci dünya savaşının sonrası ile ilgili farklı bir şey gösterdiği için sevdim. Farklı, daha doğrusu hiç izlemediğim bir bakış açısı olduğu için de daha çok sevdim. 

10 Kasım 2017 Cuma

Ayın Yönetmeni - Deepa Metha #Ekim

Ekim ayında aslında hiç de aklımda olmayan bir yönetmene yer vermek istedim: Hint asıllı Kanadalı yönetmen Deepa Metha. Kanada Film Günleri sebebiyle İstanbul Modern'de Deepa Metha filmleri gösterileceğini öğrendiğim için bu ayı da ona ayırmak istedim. Kendisi bir filmden önce kısa bir süre aramızda olduğu için de fazlasıyla mutluyum. Fakat kendisiyle yapılan söyleşiye katılamadığım için ise üzgünüm.

Deepa Metha ne kadar Kanada'da yaşasa da filmlerinde Hindistan'dan ve Hindistan kültüründen bahsetmeden yapamıyor. Ayrıca bu filmleri yapabilmesine sebep olan ülkenin Kanada olduğunun altını çizerek bu tarafı da asla es geçmiyor. Filmlerinde genelde kadın ve çocukların yaşadıkları zorlukları ve  eski ve kötü gelenekleri anlatarak bir toplum eleştirisi yapmaktadır. Bu sebeple de filmleri defalarca zorluklarla karşı karşıya kalmış. Mesela Water (Su) filminin çekimi 5 yıl uzamış ve başka ülkede çekimleri tamamlamak zorunda kalmışlar. Ama o bunları yaşadıkça hikayelerini anlatmaya da devam edecek elbette.

Deepa Metha'nın en bilinen filmleri Element Üçlemesi. İlk film Fire (Ateş) Hindistan sinemasındaki ilk lezbiyen temalı film olarak anılıyor. Bu sebeple de gösterildiği dönem sinema salonları basılmış ve hatta yakılmış. Aslında yönetmenin filmlerinde anlatmak istediği şeyler başına gelmiş hep. Eleştirdiği şeylerin bu şekilde tepki alıyor oluşu herhalde kendi kendini motive eden durum olsa gerek. Earth (Toprak) filmi ise Hindistan ve Pakistan'ın bölünme sürecini anlatıyor. Farklı din ve düşüncelere sahip olmalarına rağmen birlikte olan bir arkadaş grubu, mevcut havadan etkilenmeyeceklerini düşünmektedirler. Fakat durum öyle olmuyor. Sıkıntılı geçen bu süreç herkesin hayatını değiştiriyor. 

Element Üçlemesinin son filmi ise Water (Su). Film, Kanada'nın en iyi yabancı film Oscar adayı olmuş. 8 yaşında evlenip dul kalan bir kızın gözünden Hindistan'daki dul kadınlara bakış açılarını eleştirmiş Metha. Dul kalan kadınlar sadece dul kadınların olduğu bir eve gönderiliyor ve hayatlarının sonuna kadar hem orada kalmak zorunda aklıyorlar hem de hiçbir zaman tekrar evlenemiyorlar. Filmin çekimleri 2000 yılında başlanmış olsa da 2005 yılında anca bitiyor. Deepa Mehta her şeye rağmen bu filmi çekmeyi başarıyor. Benim ise ona ait izlediğim en iyi film olduğunu söylemem gerekiyor burada tabi.

Heaven On Earth (Yeryüzü Cenneti) ise daha önce hiç görmediği biriyle evlenmek için Kanada'ya giden bir kadının hikayesini anlatıyor. İlk başta her şey güzel gibi görünse de kocasından şiddet ve ailesinden baskı görmeye başlayınca her şey değişiyor. Ailesinin onu geri kabul etmeyeceğini düşündüğü için orada kalmak zorunda da kalıyor. Çalıştığı yerdeki bir kadının yönlendirmesiyle de farklı şekillerde çıkış yolu arayışına giriyor. 

Yönetmenin izlediğim son filmi ise Midnight's Children (Geceyarısı Çocukları). Yine anlattığı hikayenin arka planında bir Hindistan hikayesi gizlemiş Metha. Hindistan'ın bağımsızlığından, Pakistan ile olan savaşa kadar bir çok konuya değinmiş yine. Sanırım yönetmenin en sevdiğim yanı da bu oldu işte. Filmleri izlerken bir yandan da Hindistan tarihi hakkında araştırma ve bilgi edinme fırsatı buldum. Bana bu merakı veren şeyler bu filmler oldu. Deepa Metha'nın genel Hint filmlerinin tarzı dışında bir anlatım tarzı olması da onu sevmeme sebep oldu. Bir sonraki filmini merakla bekliyorum. 

24 Ekim 2017 Salı

Asghar Farhadi TOP 5

1- Jodaeiye Nader Az Simin


2- Darbareye Elly


3- Forushande


4- Le Passe


5- Shah-re Ziba

10 Ekim 2017 Salı

Ayın Yönetmeni - Ingmar Bergman #Eylül

Her ay farklı bir ülkeden yönetmene yer verdiğim seride bu ay filmlerini izlediğim yönetmen, İsveçli Irgman Bergam oldu. Geride bıraktığımız eylül ayında baya yoğun bir tempoda olduğum için fazla film izleme şansım olmasa da 10 tane filmini izleyebildim. Şimdilik yeterli olsa da, daha sonra tekrardan yönetmenin filmlerine döneceğimden eminim.

Bergman, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu düşüncenin kaynağına ulaşmak zor bir iş değil. Herhangi bir filmi dahi bir başyapıt edasıyla ön plana çıkan Bergman, bu unvanı boşa almadığını her seferinde tekrar tekrar gösteriyor. Filmlerinde hayata bakış açısını yansıtan Bergman, hemen hemen her yönetmen gibi aslında kendini anlatıyor filmlerinde. Papaz bir babanın oğlu olması gibi mesela. Filmlerindeki dine sık sık değiniyor oluşu da bu sebeple muhtemelen. Fakat genellikle Bergman'ın eleştirileri insanlara ve onların anlam yüklediği şeylere olmuştur.

Irgmar Bergman ablasıyla hiç anlaşamadığı ve hatta ondan nefret ettiğini söylemiş bir yerde. Bu da filmlerinde hissedilir bir durum oluyor haliyle. Birbiriyle anlaşamayan kardeş figürlerini filmleri içerisinde görmek mümkün. Tystnaden (Sessizlik) filminde birbirini sevmeyen iki kardeşin bir otelde kaldıkları esnada birbirlerine karşı gerçek hislerini haykırdıklarını izliyoruz. Yine bir kardeş ilişkisi de Sasom I En Spagel (Aynanın İçinden) filminde var. Bu iki filmde de tesadüftür ki, abla figürü hastadır.

1957 yılı biz Bergman severler için mükemmel bir yıl hiç kuşkusuz. Çünkü en iyi filmlerinden ikisi bu yılda çekilmiş. Bunlardan ilki Det Sjunde Inseglet (Yedinci Mühür). Yedinci Mühür Bergman denince akla gelen ilk film olarak akla kazınmış.Ölümle santranç oynandığı sahne, sinema tarihinin en ikonik sahnelerinden biridir hiç kuşkusuz. Aynı yıl içerisinde gelen bir diğer film ise Smultronstallet (Yaban Çiçekleri). Bu filmde de aynı şekilde ölüm teması işlenmiş. Geçmişe dönük yapılan hatalar sorgulanmış ve sonuçlarını bizlere göstermiştir.

Usta yönetmen elbette ki sürekli olarak aynı oyuncularla çalışmayı tercih etmiş. Özellikle de iki kişi ön plana çıkıyor burada. Bunlardan biri Max Von Sydow, diğeri ise Liv Ullmann. Bu isimler ayrı ayrı dünyanın en iyi yönetmen-oyuncu ikililerinden birini oluşturuyor muhtemelen. Sydow Yedinci Mühür ile, Ullmann ise Höstsonaten (Güz Sonatı) filmi ile benim hafızama kazındı bile.

Özetle Bergman hakkında söylenecek çok şey olsa da, onu anlamak için sadece filmlerini izlemenin yetmeyeceği, hakkında okumanın da gerektiğini düşünüyorum. Otobiyografisini ise en yakın zamanda okuyor olacağım.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Richard Linklater TOP 5

1- Before Sunset

2- Boyhood

3- Dazed And Confused

4- Before Sunsire

5- Tape

12 Eylül 2017 Salı

Ayın Yönetmeni - Richard Linklater #Ağustos

Ayın yönetmeni olarak bu ay Amerikalı yönetmen Richard Linklater'ı seçtim. Kendisi benim zaten sevdiğim bir yönetmendi ve bu sebeple de izlemediğim filmlerini izleyebilmek için fırsatın bu olduğunu düşündüm. Amerikan sinemasının o büyülü ve dev bütçeli yapımları arasında kendi tarzını ortaya koyarak sıyrılmış ve tarzını da izleyicilere kabul ettirmiş, Amerikan bağımsız sinemasının en iyi isimlerinden birisidir kendisi.

Yönetmen en çok yazdığı diyaloglar ile ön plana çıkıyor. Dana önceden de izledim Before Üçlemesi zaten bunun en büyük örneği. Ki bu üçleme bu türde izlediğim en iyi filmler ve izlediğim en iyi üçlemelerden biridir. Özellikle de Before Sunset'i ayrı bir severim. Bence bu filmler fikir olarak da çok iyi. Ayrıca deneysel sinema örneği olarak kabul edebileceğim(bence) filmlerini de izledim ve her biri gayet de başarılı. Slacker, Walking Life ve Boyhood gibi. Farklı şeyler denemeyi sevdiği zaten sinematografisinden de belli oluyor.

Öncelikle izleyebildiğim ilk filmi olan 1991 yapımı Slacker izle başladım. Slacker'ı izlerken bir mutluluk için girdim. Çünkü daha önce bu filmden haberim dahi yokken böyle bir film çektiğimi hayal etmiştim. Net bir konusu olmayan ve kameranın çektiği kişi ve o kişiyle karşılaşan başka biriyle kameranın devam etmesi fikri. Bu fikrin daha önceden çekilmiş olması ve özellikle de Richard Linklater tarafından çekilmiş olması çok hoşuma gitti.

Daha sonra ise 70'li yılların lise hayatını anlatan Dazed and Confused ile devam ettim. Bu film ve Everybody Wants Some!! ile dönem filmlerindeki başarısını da bizlere göstermiş oldu. Dönemin şartlarını yansıtma konusunda kesinlikle çok iyi. Özellikle Dazed and Confused'ı izlediğim en başarılı gençlik filmlerinden biri olarak hafızamın bir köşesine attım. Yine bir lise hikayesi olarak bakarsak da The School Of Rock da türü için gayet iyi bir film.

Gelelim Before Üçlemesine. Benim için Richard Linklater demek Before Üçlemesi demek. O derece seviyorum bu filmleri. Özellikle de ikinci filmi. Diyaloglar mükemmel ve zekice yazılmış. Sadece yürüyüp sohbet eden iki insandan çok daha fazlası bana göre bu filmler. Suratımda hep bir gülümseme ile izletti kendi. İnsanda aşık olma duygusunu üst seviyeye çıkartıyor. Geçenlerde seriye 4. film çekme düşüncelerinin olduğunu duydum. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. O kadar çok seviyorum ki, bunun bozulacak olma ihtimali bile korkutuyor beni. Julie Delpy'in yaşlanmış olma ihtimali de beni derinden üzün şeylerden biri. Ama yine de izlemek istiyorum.

Son olarak da bahsetmek istediğim filmi Boyhood. Çekimleri aynı oyuncularla 12 yılda tamamlanan çok iyi bir film. Anne ve babası boşanmış olan bir çocuğun hayatının 12 yıllık evresine tanık oluyoruz. Film ilerledikçe çocuk daha da büyüyor. O büyüdükçe daha da olgunlaşıyor. Herkesin çekmeye cesaret edebileceği bir film değil bana göre. Ve kesinlikle kurgu olarak hiçbir şekilde bir bozukluk hissetmiyorsunuz olay akışında. Yönetmenin ne kadar iyi olduğunun başka bir kanıtıdır bana göre bu film.

Richard Linklater'ın gelecek filmlerini fazlasıyla merak ediyorum şimdide.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Müzeleri Keşfediyorum #1

Bir boş zamanımda İstanbul'daki müzeleri gezmeyi kafama koymamla yola çıktım. İstanbul'daki müzeleri, en azından müze kart geçen müzeleri, gezdiğim bir maraton yaptım. Fakat ne yazık ki müzelerin çoğu restorasyon halindeydi. Büyük Saray Mozaikleri Müzesi ve Türk İslam Eserleri Müzesi dışındaki tüm müzelerde bir şekilde bir çalışma vardı. Hatta bazılarına hiç giremedim bile. Ama yorucu da olsa benim için gayet güzel bir yolculuk oldu. İstanbul'da bazı yerleri keşfetmemi de sağladı ayrıca.

1. Gün: İlk olarak Türk İslam Eserleri Müzesi'ne gittim. Burada özellikle İbrahim Paşa'yı ve dönemini, yaşadıklarını  hayal etmek güzeldi. Terasından hipodromu izleyişini hayal ettim. Buradan çıkıp Ayasofya Müzesi'ne gittim. Ayasofya'nın farklı bir havası var ve bunu çok seviyorum. İçinde restorasyon olduğu bir bölümüne erişim olmasa da ihtişamından bir şey kaybetmemişti. Oradan çıkıp Soğukçeşme Sokağı'na gittim. Daha sonra Gülhane Parkı'nda biraz zaman geçirip İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne girdim. Buraya ilk girişim bu oldu. Fakat zamanım yetmediği için yarım bırakıp çıkmak zorunda kaldım.

2. Gün: İlk iş olarak direk yarım kalan İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne gittim. Açık olan her yeri gezdim böylelikle. Bizden en az bin yıl önce bu topraklardan yaşayan insanların nerelerde neler yaptığını görmek, onları hissetmek gerçekten de insanı o anlara götürüyor. O heykellerin ihtişamına kapılıyor insan. Buradan çıkıp Topkapı Sarayı'na gittim. Topkapı Sarayı'nda en sevdiğim bölümler olan hazine odası, silah bölümü ve kıyafetlerin bulunduğu bölüm restorasyondaydı. Kıyafetleri ben bulamadım ya da. Fakat yine de Topkapı Sarayı beni her zaman olduğu gibi fazlasıyla etkilemeyi başardı. Daha sonra Büyük Saray Mozaikleri Müzesi'ne gittim. Buraya gitme gibi bir planım yoktu, çünkü varlığından haberim yoktu. Herhalde İstanbul'un en az bilinen yerlerinden biridir Kariye Müzesi'yle birlikte. Ki burası Sultan Ahmet Camii'nin hemen altında. Tam bir saklı hazine. Büyük Saray'ın ihtişamı hakkında bize bilgiler sunuyor. Daha sonra buradan çıkıp arka sokaklardan biraz dolaşıp günü sonlandırdım.

3. Gün: Güne Topkapı'da başladım. Sur boyunca yürüyüp sulara çıkabileceğim bir yer aradım. Aslında buldum da, ama tek başıma olduğum için cesaret edemedim açıkçası. Burada yürürken ilk olarak karşıma Mihrimah Sultan Camii çıktı. Kesinlikle hayran kaldım. Mükemmel bir eser. Farklı bir yapısı, farklı bir hissi vardı. Buradan çıkıp yürümeye devam ettim ve Tekfur Sarayı'na geldim. Ne yazık ki restorasyon sebebiyle içine girilmiyordu. Fakat çevresinde olmak bile güzeldi. Sonra Kariye Müzesi'ne gittim. Çok güzel bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum fakat Kariye Müzesi çok daha fazlaydı. Hatta büyük kısmı restorasyonda olduğu için kapalı olmasına rağmen bu seviyede etkilendim. Tamamı açık olsaydı neler olacaktı kim bilir. Ayrıca çevresinde bulunan binalar da ortamı daha da güzelleştirmiş durumda. Buradan da ayrılıp yürüyerek Anemas Zindanları'na gittim. Restorasyon sebebiyle kapalıydı sanırım. Çevresinde yarım saat dolaşmama rağmen kapısını dahi bulamadım. Daha sonra pes edip sahilden Haliç'e doğru yürüyüp günü sonlandırdım.

Şimdi sırada ise özel müzelere gideceğim bir maraton var. Umarım en yakın zamanda bunu gerçekleştirebilirim.

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Ayın Yönetmeni - Ken Loach #Temmuz

Her ay bir yönetmene ait filmleri izlediğim bir seri yapmayı düşünüyorum. Umarım bunu becerebilirim. Yönetmene ait her filmi değil ama onun hakkında fikir sahibi olacak kadar film izlemeyi planlıyorum. Bazen ise daha önceden filmlerini izlemiş olduğum yönetmenlerin kalan filmlerini izlediğim bir maraton yapmak istiyorum. Temmuz ayı için Ken Loach ismini seçtim. Bu seçim biraz tesadüfi oldu açıkçası. Çünkü hiç aklımda olan bir isim değildi. Politik filmler de pek izlemeyi tercih ettiğim yapımlar olmuyor açıkçası. Ama İngiliz sinemasına olan sevgimin arttığı şu günlerde bir İngiliz yönetmen seçmek güzel olur diye düşündüm.

Ken Loach'ın 8 filmini izleme şansım oldu bu süre zarfında. Daha sonra izlemek üzere izleme listeme eklediğim birkaç filmi de var. Bu 8 film içinde sadece Route Irish'i ortalamanın altında buldum ve Ken Loach da kötü film yapabiliyormuş demek ki dedim. Filme dair aklımda hiçbir şey kalmadı şu an. Bu da zaten eksi bir özellik. 

Ken Loach politik filmleriyle ön plana çıkan bir yönetmen. Filmlerde sıradan insanların önemsiz gibi görünen ama onlar için çok ama çok önemli olan olayları izleyiciye aktarıyor. I, Daniel Blake'te yaşlı bir adamın bürokrasiye karşı verdiği mücadeleyi izlerken, bu yaşanan sorunların sadece Daniel Blake'in değil herkesin sorunu olduğunu da anlatıyor bizlere. Ya da Bread and Roses'da işçi, göçmen ve sendikalar ile ilgili problemler sadece o insanların değil herkesin problemi olduğunu söylüyor bizlere. Bunlar sıradan insanların hikayesi de olsa görmezden gelemeyiz diyor. 

Yönetmenin en sevdiğim filmi ise Kes oldu. Billy Casper isimli bir çocuğun çevresinden gördüğü psikolojik ve fiziki şiddete rağmen kendine bir uğraş bulup yırtıcı bir kuş olan kerkenez evcilleştirmesini anlatıyor. Bu arada arka planda ise okulda öğretmenlerin çocuklara davranışı, ailenin Casper'a davranışı gibi sorunları da izliyor. Okulda iyi bir öğrenci olmasa da ilgilendiği konu olan yırtıcı kuşların evcilleştirilmesine konu gelince müthiş bir zevkle ve istekle bunu sınıfa anlattığını görmek çok güzeldi gerçekten de. 

Looking For Eric ise sıradan bir adamın özelinde hayatın ta kendisini anlatıyor. Tabi bir de Eric Cantona gibi bir isim de filme dahil olması beni heyecanlandırmıştı. Filmin sonunda ise heyecanımın gerçekten de zirve yaptığını da belirtmeliyim.

Ayrıca izlediğim diğer filmler ise; The Wind That Shakes The Barkey, Land and Freedom ve The Angels' Share. 

30 Temmuz 2017 Pazar

Edgar Wright TOP 5

Edgar Wright'ın son filmi Baby Driver filmini hazır izlemişken kendi TOP 5 listemi hazırlayayım dedim. Edgar Wright benim için İngiliz sinemasının en iyi yönetmenlerinden biridir. Çektiği bütün filmler kendine has izleyici kitlesini çekti ve bugünlere geldi. Özellikle; benim için yönetmene karşı Spaced dizisiyle başlayan bu sevgi, şu an üst noktalara ulaşmış bulunuyor. Son olarak şunu söylemem gerekiyor ki, şu an TOP 5 listesi yapıyor olsam da, bütün filmlerini ayrı ayrı çok seviyorum.


1- Shaun of the Dead

2- Scott Pilgrim vs. The World

3- The World's End

4- Hot Fuzz

5- Baby Driver

1 Haziran 2017 Perşembe

Breaking Bad

Breaking Bad izlemeye başlamak benim için verilmesi zor bir karardı. Çünkü çok fazla yerde "gelmiş geçmiş en iyi dizi" yorumlarını okuyordum. Biz dizi çok iyi olabilir, evet, ama bu diziyle alakalı olarak çok fazla "en iyi" yorumu duymuştum. Tabi beklentiler maalesef ki hayal kırıklıklarını arttıran en önemli unsur. Bu koşullarda bu diziye başlamak büyük bir risk elbette benim için. Ama en nihayetinde de başlamaya karar verdim.


Dizi beklediğimden de karakter odaklı bir yapıdaydı. Bu da herkesin sevebileceği bir şey değil açıkçası. Ama ben karakter gelişimlerini izlemeyi seven biri olarak, bunu takip etmekten büyük zevk aldım. Tabi bazen bu karakter gelişiminin bazı noktalarda hızlı gittiğini düşünsem de, her şey mükemmel bir şekilde ilerledi. Sırf bu yüzden bile bu dizi izlenmeyi ve hakkında uzun uzun konuşulmayı hak ediyor. Ben diziyi bitireli kısa bir süre olsa da, tadı hala damağımda kaldı ve youtube'dan sürekli videolarını izlerken buluyorum kendimi.


Aslında çok daha yetenekli bir kimyager olmasına rağmen, bir lisede kimya öğretmenliği yapan Walter White; kanser olduğunu öğrendikten sonra, uyuşturucu yapımında çok para olduğunu görünce Jesse Pinkman ile ortak olup bir karavanda kristal meth yapmaya başlarlar. Çünkü White öldükten sonra ailesine para bırakmak istemektedir. Daha dizinin başında böyle kötü bir işe girmek isteyen Mr. White'a direk hak veriyorsunuz zaten. Neden paraya ihtiyacı olduğunu ve neden bunları yapmak zorunda olduğunu anlıyorsunuz. Hatta dizi ilerledikçe de Walter White'ın geçmişi hakkında bazı şeyler öğreniyoruz ve karakter gelişimi hakkında da bazı soru işaretlerini çözmüş oluyoruz. Tabi bu işlere girmek o kadar da kolay değildir. İlk başlarda acemi şansları onlara yardımcı olsa da, sandıklarından çok daha fazla değişkene sahip bir meseleydi bu uyuşturucu olayı. Meht'i yapıyorlardı yapmasına ama nasıl satacaklardı? Bu noktada da daha büyük insanlarla tanışıp, ilk aşamada öngörmedikleri hızda büyümeye başlayacaklardı. Jesse Pinkman ise yaşadığı birçok tranvatik olay neticesinde hayattaki öncelikleri konusunda büyük bir değişim yaşayacaktır.


Dizinin başında hamile olan eşi Skyler White ise bana göre diziyi izleyenlerin çok fazla gereksiz yere eleştirdiği bir isim. Evet malum sahnede benim bile içim acıdı ama onun dışında hep kocasının yanında olmaya çabaladı kendisi. Herkesin yapamayacağı kadar arkasında durdu Walter White'ın. Bacanağı Hank ise çizgisini hiç bozmayarak hep doğru bildiği şeylerin peşinden gitmesiyle sevdiğim bir karakter oldu. Tabi bazen Sherlock'luğunun tutması yok arttık dedirtse de, sevdiğim bir karakterdi kendisi. Avukat Saul Goodman ise herhalde dizideki en sevilen isimlerin başındadır. Bu yüzden olacak ki spin off'u bile yapıldı. Tabi bir de bunun yanında Mike Ehrmantraut'u anmazsak olmaz. Benim dizide sevdiğim isimleri bunlardı kısaca.


Dizinin çoğunluğu esasen Walter White ve Jesse Pinkman arsındaki ilişki çerçevesinde ilerliyor. Birbirlerine son derece bağlı ve birbirlerini çok seven iki insanın dostluğu. Tabi Walter White'ın hırsı Jesse fark etmese de ona büyük zararlar vermeye başlıyor. Büyük paralar kazanıyorlar ama paradan daha önemli şeylerini kaybediyordu Jesse. Gitgide daha hassas ve duygusal bir hal almaya başlıyor bir süre sonra. Hayatındaki bu değişimlerin sebebinin aslında Walter White olduğu ve onun alttan alta onu yönlendirdiğini fark etmesi uzun sürse de, yine de ikisinin de bir yanı hep birbirini sevmeye devam edecektir.


Gelelim benim bu diziyi en çok sevdiğim yerine; yani finaline. Yukarıda yazdığım gibi bu dizinin en büyük olayı mükemmel karakter gelişimleri. Dizideki bütün karakterler 5 sezon boyunca davranması gerektiği gibi davrandı. Kimse için neden böyle yaptı demedim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Dizi de bu doğrultuda bitmesi gerektiği gibi bitti. Dizi o kadar güzel bitti ki, hiçbir şekilde "neden" sorusunun sordurmadı bana. İlk bölümden son bölüme kadar kafamda oynattığımda hikayeyi, mükemmel bir finalle son buldu dizi. Farklı bir şekilde bitseydi dizinin geneli hakkındaki düşüncem bile değişebilirdi. Çok dizi izlemiş biri değilimdir ama izlediğim diziler hep kötü final yapan ya da diziyi uzatma gereği duydukları için hikayeyi sündürmekten saçma bir yere gitmiş dizilerdi. Bunları izledikten sonra genelde kendimi söver halde buldum hep. Ama Breaking Bad ilk defa bana güzel duygular yaşatan bir final tadı yaşattı. Sırf bunun için bile sevilir bu dizi.


Son olarak dizinin özellikle ilk iki sezonunun yeri ayrıdır bende. O kadar gülüyordum ki izlerken, artık kendime vurmaya başlıyordum. Hatta arada diziyi durdurup dinleniyordum. Baya komedi dizisi gibi izliyordum. Özellikle de 1x2'deki küvet sahnesi gördüğüm en komik şeylerden biri olabilir kesinlikle. Uzun lafın kısası, eğer övülüyor diye beklentiler sizde ön yargı oluşturuyorsa bunu yapmayın kendinize. Mutlaka bu diziyi izleyin.

23 Mayıs 2017 Salı

Guy Ritchie TOP 5

Guy Ritchie'i fazlasıyla seven biri olarak son filmi King Arthur: Legend of the Sword'u izledikten sonra TOP 5 listesi yapmak istedim.


1- Snatch


2- Lock, Stock And Two Smoking Barrels


3- Rocknrolla


4- Sherlock Holmes


5- King Arthur: Legend of the Sword

Jodaeiye Nader Az Simin - A Separation

Bazı filmler vardır ya, hani neden daha önce izlemedim diyerek üzüldüğünüz. İşte tam da böyle bir film A Seperation. Film bittiğinde bile zihninizi kurcalayan bir şeyler bırakan, sizi düşüncelere sevk eden bir yapım. Bu tadı her film vermiyor ne yazık ki. Uzun zamandır Asghar Farhadi filmlerini izlemeye başlamayı umuyordum. Ve benim için ilk filmi bu oldu. İran'lı yönetmen Farhadi, aynı zamanla bu filmle en iyi yabancı dilde film oscar ödülünü de kucaklamış.

Film bizlere bir takım olaylar anlatıyor ve buradaki kişilerin hepsinin haksız olduğu bir taraf var. Ama yönetmen kesinlikle bir tarafa doğru yönelmenizi istememiş. Herkesin farklı kişiyi haklı bulacağı şekilde tarafsız kalmış. Hikaye içerisinde gelişen olayları izleyicinin sorgulamasını ve yorumlamasını istemiş. 2 saatte başarması güç bir şeyi yapmış ve bütün karakterin alt metnini doldurmuş. Hepsinin hikayesini, neye nasıl tepki vereceğini, karakterini izleyiciye anlatıyor. Karakter gelişimi açısından da mükemmel yazılmış bir hikaye.

Film daha çok hizmetçi kadın ve Nader arasındaki hukuk mücadelesi ve kim haklı kim haksız kavgası üzerine gibi dursa da aslında birden çok fazla hikayeyi içinde barındırıyor. Simin ve Nader'in boşanma hikayesi, Simin ve kızı arasındaki iletişimsizlik, Nader ve kızı arasındaki ilişki, kızına daha çok güvenmesi, onunla konuşması ve onun düşüncelerine göre hareket etmesi. Ve ayrıca tabi hizmetçi kadın ve kocası arasındaki hikaye de takibi güzel olan başka bir şey. Bunları ve daha fazlasını 2 saate sığdırmak gerçekten de yönetmenlik başarısıdır bana göre.

Her şey bir yana tabi ki de İran hukuk sistemi eleştirisidir de bu film. Bunun yanında ise, inançlar ve çıkarlar arasında kalan insanların davranışları, çıkarların insan davranışlarına etkilerini de çok güzel şekilde görüyoruz film içerisinde.

Mutlaka herkesin izlemesi gereken bir film. Ayrıca filmi izledikten sonra kamera arkasını da izlemenizi tavsiye ederim.

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Soundtrack #2 - Laura Marling - What He Wrote

On Body and Soul filminde duyduğum bu şarkıyı o günden beri inatla tekrar tekrar dinlemeye devam ediyorum. Şarkının filme inanılmaz uyması da bir yana, filmin etkileyiciliğine de katkı sağlıyor. Tabi Laura Marling'in  diğer şarkılarını da keşfetmemi de sağladı. Filmler sayesinde böyle güzel sesler de keşfedebiliyorum.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

#AyrtonSENNA

Böylesi bir isme göz yaşları döktürecek kadar büyük birisiydi Senna. Ne dense eksik kalır. Sadece unutmadık demek istiyorum. 
 

17 Nisan 2017 Pazartesi

36. İstanbul Film Festivali - İzlediklerim #2

36. İstanbul Film Festivali maalesef sona ererken, geride güzel anılar ve güzel filmler bıraktı. Festivalin ikinci haftasında 6 film izleme şansım oldu. 2 tanesi ilk gösterimi olan yerli filmlerdi. Bunları yönetmenler eşliğinde izleme şansı elde ettim. İşte izlediklerim:

Mana Mou İstanbul

Belgesel İstanbul'da gerçekleşen 6-7 Eylül olaylarını tanıklarının ağzından bizlere sunmakta. O dönem o olayı bizzat yaşamış olan kişiler bizlere hem hissettiklerini hem de yaşadıklarını aktarmakta.

An Insignificant Man - Önemsiz Bir Adam

Hindistan'da seçim dönemi Arvind Kejriwal isimli bir siyasetçinin girdiği seçim yarışını ve Hindistan'daki seçim havasını görmemizi sağlayan bir belgesel.

Les Vies de Therese - Therese'nın Hayatları 

Fransa'da feminizm, eşcinsellik gibi konularda görüşleriyle ön plana çıkmış olan Therese Clerc'in son anlarının kayıt altına alınmasıyla oluşturulmuş bir belgesel. Belgeselde ayrıca feminizm ve eşcinsellik konularıyla ilgili başka insanların da konuya bakış açısını görmekteyiz.

Üçüncü Bölgeden Hücum Varyantasyonları

Hakkari Gücü kadın futbol takımının mücadelesi ve futbolcu kadınların hayatlarını, ailelerinin olaya bakışını, toplumun onlara bakışını gibi şeyleri bizlere başarılı bir şekilde yansıtmış olan bir belgesel. Festival kapsamında izlediğim en güzel yapımlardan biri kesinlikle. Çünkü belgesel izleyiciye vermek istediği tüm duyguyu tam olarak veriyor. Kameranın varlığına rağmen doğal bir iş çıkmış ortaya.

Raftan - Ayrılık

Birbirlerini çok seven bir çiftin büyük bir sorun yüzünden Türkiye üzerinden Avrupa'ya mülteci olarak kaçmak için çabalamalarının hikayesi. Fakat sınırı geçmek o kadar da kolay olmayacaktır.

Kır Düğünü

Mısır usulü bir komedi filmi. İzlerken salon fazlasıyla eğlenmiş görünüyordu. Bol bol aşk çıkmazı, bir düğün, güzel yemekler ve eğlenceli bir film.

7 Nisan 2017 Cuma

36. İstanbul Film Festivali - İzlediklerim #1

36. İstanbul Film Festivali bu hafta gayet güzel bir şekilde başladı. Festivalin reklamlarını baya beğendiğimi söylemeliyim. "Kaldır Kafanı" sloganı da baya hoşuma gitti. En çok izlemek istediğim film olan "Manifeso"ya bilet alamamak ise üzdü. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, filmlerdeki altyazı senkron sorunu fazlasıyla sinir bozucuydu. İngilizce ve Türkçe altyazıların aynı anda gelmemesi dikkati feci halde dikkat dağıtıyor. Hatta bugün izlediğim filmde altyazı birkaç dakikalığına yoktu bile.

Açık söylemek gerekirse Manifesto dışında izlemek istediğim film ya da bildiğim bir yönetmen yoktu. Bu yüzden yeni filmler ve isimler keşfetmek için güzel bir yol aslında festival zamanları. Her festival gibi bunda da tarih ve saatlere bakmadan aldığım biletler yüzünden gidemediğim filmler oldu/olacak. Şimdilik 5 film izleme şansım oldu. Bu filmler:

El Invierno - Kış

Karla kaplı bir bölgedeki çiftlikte eski kahyanın emekliliği sonrası yerine geçen bir adamın hikayesini izliyoruz filmde. Film boyunca gerçekleşen bazı olaylar merak duygusunu canlı tutmakta. Fakat filmdeki sessiz hava yer yer sıkılmalara yol açabilmekte.

Ta'ang

İç savaş sebebiyle Çin sınırını geçmek isteyen Ta'ang halkının yaşadıklarını bizlere gösteren bir belgesel. İnsanların bu göçebe hayatla yaşadıkları zorlukları gayet basit ve net şekilde izleyiciye aktarabilmiş yönetmen.

American Anarchist - Amerikalı Anarşist

19 yaşındayken yazdığı "Anarşistin Yemek Kitabı" isimli kitap ile birçok patlayıcı tarifi veren William Powell ile yüzleşilen bir belgesel. Geçmişteki bir çok olayda kitabın da isminin geçmesi, şu an neler düşündüğü, nasıl bir hissiyat içinde olduğu gibi bir takım sorular sorulup bunlara cevap aranıyor.

No Quarto da Vanda - Vanda'nın Odası

Açıkçası bu belgeselin konusunu dahi anlamadım. O kadar sıkıldım. Harabe bir mekanda kafaları  güzel iki kızın hikayesi ne yazık ki bir yere gitmemekte kararlı gibiydi.

Miss Sharon Jones!

Kanser hastalığına yakalanan Sharon Jones'un sahnelere olan sevgisini, kansere olan inadını ve güçlü sesini bizlere gösteren bir belgesel. Sharon Jones'un sesiyle ve enerjisiyle büyülenmemek elde değil. Şimdilik izlediklerim arasından en iyisi bu belgesel.

11 Mart 2017 Cumartesi

Old Man Logan - Çizgi Roman İncelemesi

Old Man Logan; Mark Miller tarafından yazılan Steve Mcniven tarafından da çizilen bir paralel evren ve alternatif gelecek hikayesi. Ülkemizde ise Gerekli Şeyler tarafından hala basılmaya devam ediliyor. Hikaye, kötülerin hüküm sürdüğü post apokaliptik bir dünyada geçiyor. Tek tük süper kahramanın kaldığı, onların da gizlenmek zorunda olduğu bu dünyada Logan; 50 yıldır pençelerini dışarı çıkartmamış ve ailesi ve çocuklarıyla çiftçilik yapmaktadır. Bir sebepten dolayı artık Wolverine olduğunu inkar edip kendisine artık sadece Logan denmesini istemektedir. Bir gün Hawkeye kendisinden ülkenin diğer ucuna bir paket taşıması için kendisine eşlik etmesi için para teklif eder. Zaten paraya ihtiyacı olan Logan ise teklifi kabul etmek zorunda kalır.

Peki bu hikayeyi bu kadar güzel yapan şey nedir diye soracak olursanız eğer, her şeyden önce bunun bir yol hikayesi olması önemli bir etken bence. Kötü yol hikayesi izledim mi ya da okudum mu diye düşünüyorum ama cevap bulamıyorum ne yazık ki. Ayrıca hikayenin kötü adamlarının da iyi seçildiği gerçeği de var elbette. Logan olgunluğunun zirvesinde ve genel davranışlarının aksine hiçbir hareketini düşünmeden yapmıyor asla. Logan bir baba figürü olduğu için ailesine öncelik vermiş durumda. Yaptığı her şey ailesi için.

Peki Logan filmiyle olan benzerliklerine gelecek olursak. Öncelikle film sadece tema olarak Old Man Logan hikayesini almış. Yaşlı ve hayattan bıkmış ve paraya olan ihtiyacı için çalışmak mecburiyeti olan bir Logan karakteri var ikisinde de ortak olan. Ufak tefek birkaç şey ve bir yol hikayesi olması dışında başka hiçbir benzerlik yok. Tabii bunda sinematik evrendeki birçok karakterin farklı şirketlerde olmasının da etkisi büyük. Fakat ben yine de her seferinde kendisine Wolverine dendiğinde bunu inkar edip kendisine Logan dedirten bir karakter de görmek istedim.

Uzun lafın kısası aynı hikaye olmasa da ikisi de ayrı ayrı muhteşem yapıtlar. Okuyunuz ve izleyiniz.

10 Mart 2017 Cuma

Logan (SPOILER)

Uzun zamandır beklediğimiz ve fragmanlarını başa sara sara izlediğimiz Logan filmi nihayet vizyona girdi. Hugh Jackman'ı 9. ve son kez Wolverine olarak izleyeceğimiz için ayrı bir hüzün ve heyecan vardı içimizde. Ayrıca Patrick Stewart için de veda filmiydi bu. Tabii bu bilgileri daha önceden bildiğimiz için kendimi buna hazırlayarak gittim filme. Karşımda ise izlediğim en iyi X-Men filmini buldum. Filmle ilgili yazacağım şeyler spoiler içerecektir. O yüzden filmi izlemediyseniz okumamanızı tavsiye ederim.

Öncelikle kaynak olarak kullanılan Old Man Logan çizgi romanıyla film  arasında tema dışında hiçbir ortak özellik yok. Birebir aynısını çevirmesi zaten mümkün değil ama kullanılabilecek olan şeyler de kullanılmamış. Hikaye 2020'lerde geçiyor. Artık mutantların pek olmadığı, olanların da saklanarak yaşamak zorunda olduğu bir dönemde; Wolverine ve Profesör X artık yaşlanmış ve güçlerini eskisi kadar iyi kullanamamaktadır. Tek amaçları para biriktirip bir tekne satın alarak artık denizde güvenle yaşamak. Fakat o sırada Laura isminde ve Wolverine'nin güçlerine sahip olan küçük bir mutant kızla karşılaşıyorlar. O anda küçük kızı ele geçirmek isteyenlere karşı bir mücadele başlıyor tabi ki.

Filmin en güzel yanı Hugh Jackman'dı tabii ki de. En iyi X-Men filminde en iyi Wolverine karakterini canlandırmış. X-23'ü canlandıran Dafne Keen de çok iyiydi. Hiç sırıtmadı gerçekten de. Yaşına göre mükemmeldi hatta. Laura'nın, yani X-23'ün, ayağından çıkan pençe olayına Logan'ın "aynısından ben de istiyorum" bakışı atması çok hoşuma gitti. Aksiyon sahnelerinde aşırıya kaçılmamış ve gereksiz hiçbir şey yoktu. Ve bunun yanında da filmin duygusal yapısı da sizlere güzel şeyler hissettirecektir. Buna eminim. Filmin finalindeki haç işaretini "X"e çevirme detayı da duygusallığın zirvesiydi herhalde.

Arayıp da bulunabilecek zayıf noktalar da var film için. Mesela fragmanlarda en çok müzik seçiminin mükemmelliğinden bahsetmemize rağmen, filmden çıktığımda aklımda kalan bir müzik olmamasına şaşırdım açıkçası. Bir zayıf nokta ise adamantium kurşun olayına yeteri kadar açıklama getirilmemesi oldu. Biliyorsunuz ki ilk Wolverine filminde de bu kurşun kullanıldı ve Wolverine sadece hafızasını kaybetti. Peki bu filmde neden farklı bir etki gösterdiğini tam olarak anlatamadıklarını düşünüyorum.

Kısacası ben filme 8/10 puan veriyor ve en iyi X-Men filmi olduğunu düşünüyorum. Umarım bundan sonra çekilecek süper kahraman filmleri de Logan'dan ders alıp daha da güzel şeyler sunar bizlere. Logan'ın en başarılı yanı olan, tüm bu yaşananların gerçek olduğu hissini diğer filmlerde de alırız umarım.

9 Mart 2017 Perşembe

Yabani - Klasikler Özel Sayısı

   Bu ay Yabani dergisi biraz geç çıktı. Çıkar çıkmaz hemen aldım ve diğer sayılardan fiyatının farklı olduğunu ve bununla birlikte kağıt kalitesinin de arttığını gördüm. Belli problem yaşadıklarını biliyordum ama bu ay derginin ön sözünde bu itiraf ile çıktı dergi. Devrim Kunter; ucuza çizgi roman dergisi satıp çok fazla kişiye ulaşma amaçlarında ne yazık ki başarısız olduklarını ve bu yüzden böyle bir değişikliğe gidildiğini yazmış. Ayrıca 10. sayı itibari ile de 79 yerli çizer ve yazarı konuk ettiklerinin de altını çizmiş. Derginin devam edip etmeyeceğinin de bu ay karar verileceğini yazmış ayrıca.

   Türkiye'de de ne kadar kaliteli çizer ve yazarlar olduğunu bizlere gösterme amacında olan Yabani'nin böyle bir sonu haketmediğini düşünüyorum. Farklı ve güzel işlerin daha da devam etmesi gerekiyor. Yaptıkları işin kalitesi de ortada. Bu ay siz de Yabani Dergisi alarak ne kadar kaliteli iş yaptıklarına bakın derim. Ayrıca daha uzun zaman derginin devam etmesine destek olun. Umarım Yabani hakettiği değeri görmeye başlar.

3 Mart 2017 Cuma

Soundtrack #1 - Oasis - Wonderwall

   Xavier Dolan'ın Mommy filmini izledim izleyeli bu şarkıyı ve bu sahneyi birkaç kere izlemeden bir gün bile geçirmedim. İzlerken bile geriye alıp tekrar izlemiştim. Şarkının mükemmelliği zaten ayrı bir konu ama sahne de inanılmaz etkileyici. Müziklerin bu kadar iyi ve bu kadar etkileyici şekilde kullanılması bile bu filmi bir adım öteye çıkartıyor. Muhteşem müzik, muhteşem sahne. 


27 Şubat 2017 Pazartesi

Dizi Tavsiyesi: Spaced

   Daha önce tam buraya yazmıştım Edgar Wright ve Simon Pegg'i ne kadar sevdiğimi. Onların, özellikle de Edgar Wright'ın, tarzını tam olarak bixlere gösterdiği dizi olmuş. Ve en çok da bu yüzden sevdim diziyi. Edgar Wright ve Simon Pegg'in beraber başka dizi ya da benzeri yapımları olsa da onları internette bulmak mümkün gibi görünmüyor. Ayrıca Daisy rolünde Jessica Heynes ve Mike Watt rolünde de Nick Frost'u da anmak gerekiyor burada. Bu isimler daha önce bahsettiğim üçlemede de beraberlerdi.

   Gelelim diziye. Dizi sevgililerinden yeni ayrılan Daisy ve Tim'in yeni bir hayat kurma isteğiyle başlıyor. Ev arkadaşı ararlarken tesadüfen bir kafede karşılaşıyorlar ve bir eve çıkmaya karar veriyorlar Fakat kendileri için en uygun olan ev için ev sahibi yalnızca evli çiftlere evi kiralama şartı sunduğu için evli numarası yapmak zorunda kalıyorlar. Hikaye de bu ikilinin başından geçen komik olayları anlatıyor bizlere. Bir yandan da iş hayatı konusunda olumlu şeyler yaşamayı bekliyorlar. Çünkü Daisy işsiz bir yazar ve Tim ise çizgi roman dükkanında çalışan biri. Çizgi roman çizme konusunda büyük yeteneğe sahip ve keşfedilmeyi bekliyor.

   Bu diziyi neden sevdiğime gelecek olursak eğer; öncelikle Edgar Wright'ın tarzını baya sevdiğim için. Bu adamın mizah anlayışı tam bana göre gerçekten de. Ayrıca çokça yerde geek kültüre, filmlere, çizgi romanlara göndermeler olması çok hoşuma gitti. Dizideki absürtlüğün dozu fazlasıyla iyi. Sizi rahatsız etmiyor kesinlikle. Her bölümde farklı macera yaşamalarına rağmen dizideki genel konu da acaba ne olacak hissini asla bırakmıyor.

   Spaced dizisi 1999 ve 2001 olmak üzere iki sezon yayınlanıp 7'şer bölümden toplamda 14 bölümdür. İyi seyirler efendim.

13 Ocak 2017 Cuma

Aşık Veysel'in Hikayesi: Aşık

   Bugün yönetmen ve oyuncularla beraber gerçekleşen bir özel gösterimde filmi izleme şansı buldum. Sadece bir film olarak değil, belgesel tadındaki anlatımıyla da hafızalarımızın bir köşesinde yer ettiği için memnunum açıkçası. Filmin çekimleri Eskişehir ve Hatay'da yapılmış. Ayrıca filmde Aşık Veysel'in torunu Yeliz Satıroğlu da bir role sahip.

   Aşık Veysel'i oynayan oyuncu ,Emirhan Kartal'ın oyunculuğunu beğendim. İlk oyunculuk deneyimi olmasına rağmen üstesinden gelmiş bence.  Kendisi ile tanışma fırsatı da buldum. Çok içten bir insan bana kalırsa. Yaptığı işten de fazlasıyla memnun gibi.

   Yönetmen Bilal Babaoğlu'nun ilk uzun metraj filmi olmuş Aşık. Umarım kendisini başka filmlerde de görebiliriz daha sonraları. Filmin dvd formatında görme engelliler için özel anlatım seçeneği  yere alacağını da söyledi ayrıca.

   Bu tarz filmlerin desteklenmesi gerektiğini düşünen biri olarak umarım bekledikleri karşılığı görmüşlerdir/görebilirler. Şehrinizde hala izleme şansına sahipseniz mutlaka izleyin derim. Tavsiye ederim.