12 Kasım 2017 Pazar

7. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali - İzlediklerim

7. Suç ve Ceza Film Festivali geride kalırken 7 film izleme şansına erişebildim. 1 tane de panele katıldım bu süre içerisinde. Bu yoğunluk içerisinde 7 film izleyebildiğim için mutluyum. Tek üzüldüğüm nokta var o da ne yazık ki ödül alan filmleri izleyemedim. Filmlerin tamamını rastgele seçmiş olmama rağmen tamamını beğendim. Bu güzel bir seçkiyi bizlere sunduğu için festivale ev sahipliği yapan kişilere ve kurumlara teşekkür etmek istiyorum. 

Festival süresince beni en şaşırtan olay ise salonların boş olması. Böylesi güzel filmlerin boş salona oynaması üzücü. Evet tanıtım yönünden zayıf bir festival ama en dandik festival filminin biletini dahi günler öncesinden bitiren insanların bunu es geçmeleri garip. Hayır Cannes, Berlinale etiketli ve daha önceden de bilinen güzel filmler vardı. Gerçekten de garip bir durum. Neyse. İzlediğim filmlere değinecek olursam eğer:

Aala Kaf Ifrit - Güzel ve İtler

Tunus yapımı film, genç bir kızın bir gece içerisinde yaşadığı kabus gibi bir olayı anlatıyor. Bürokrasinin aksak işleyişi, polislerin görevini kötüye kullanışı, mahalle baskısı gibi olayları güzel bir şekilde anlattığını düşünüyorum filmin. Film kendi içerisinde bölümlere ayrılmış ve her bölüm tek plan çekilmiş. Bu durum filme ayrı bir hava katmış. Kızın yaşadığı gerilimi yansıtma konusunda etkisi olduğunu düşünüyorum. 

Hostages - Rehineler

Sovyetler zamanında Gürcistan'da geçen ve gerçek bir hikayeden alınan bu filmde; baskıdan bulanan bir grup gencin uçak kaçırarak zorla uçağı Türkiye'ye indirme ve o baskıdan kurtulma planını konu alıyor. Film bittikten sonra filmin bir oyuncusuyla yapılan soru cevapta da o dönemin ve bu dönemin kıyasıyla ilgili birkaç şey konuşulması gayet güzeldi. 

Maze - Labirent

Gerçek bir hikayeden uyarlanan Maze, İngiltere-İrlanda arasındaki sıkıntılı dönemde gerçekleşen büyük bir hapishane kaçış planını konu alıyor. Bu planı gerçekleştirmek amacıyla bir gardiyanla arkadaşlık kurmaya çalışan bir İrlandalı ve o gardiyan üzerinden dönüyor hikaye. Arka planında ise İngiltere-İrlanda meselesine de değiniyorlar.

In The Name Of The Father - Babam İçin

Festival seçkisi içerisinde adalet temalı eski filmlere de yer verilmiş. In The Name Of The Father'ın onlardan biri oluşu beni çok mutlu etti açıkçası. Daniel Day-Lewis gibi birini sinemada izlemek onun hakkını daha iyi veriyor. Filme gelecek olursak, yine İrlanda meselesi üzerinden gerçek bir hikayeye konuk oluyoruz. Sivillerin öldüğü bir bombalama olayından sonra olayla hiç alakası olmayan insanlar tutuklanır ve senelerce içeride kalır. Bu bombayı hazırlayan kişi yakalanmasına rağmen hapishane hayatları devam edecektik. Özellikle açılış ve kapanış sahneleri ve müzikleriyle akıldan çıkmayacak bir film olmuş.

Zwischen Den Jahren - Bir Dönemin Sonu

Almanya'da işlediği cinayetten sonra cezası bitip yeni bir hayata başlayan bir adam ve bu olayı unutmayan ve eş ve baba. Karısını ve çocuğunu öldüren kişiyi rahat bırakmayan adam, sürekli olarak takipte olduğunu hissettiren şeyler yapmaktadır.

Die Göttliche Ordnung - Kutsal Düzen

İsviçre'de kadınlara oy hakkı verilmesi konusundaki bir referandum öncesindeyiz. Küçük bir köyde kadınlar bile oy vermemelerini savunurken bir kadının her şeye rağmen verdiği mücadeleyi anlatıyor bizlere film. Sadece oy hakkı konusunda değil, kadının ikinci plana atılışı konusunda da anlatılan her şey net şekilde izleyiciye geçiyor ve bu konuda gayet başarılılar. Film üzerinden ise festivale şöyle bir eleştirim olacak. Filmin sinemada izlediğim kopyasının görüntü kalitesi çok kötüydü. 360p gibi bir kalitedeydi resmen. Ayrıca arada ekrana bir görüntü gelip duruyordu. Filmi çekildiği döneme gönderme olsun diye mi kötü çektiler acaba diye düşündüm hatta bir ara. Gerçekten de yakışmadı bu durum.

1945

İkinci dünya savaşı sonrası iki Yahudi Macaristan'da bulunan kasabasına geri döner. Fakat bu durum kasabada huzursuzluk yaratmıştır çünkü kasaba halkı Yahudilerin mallarını ve topraklarını çoktan paylaşmıştır. Filmi, bana ikinci dünya savaşının sonrası ile ilgili farklı bir şey gösterdiği için sevdim. Farklı, daha doğrusu hiç izlemediğim bir bakış açısı olduğu için de daha çok sevdim. 

10 Kasım 2017 Cuma

Ayın Yönetmeni - Deepa Metha #Ekim

Ekim ayında aslında hiç de aklımda olmayan bir yönetmene yer vermek istedim: Hint asıllı Kanadalı yönetmen Deepa Metha. Kanada Film Günleri sebebiyle İstanbul Modern'de Deepa Metha filmleri gösterileceğini öğrendiğim için bu ayı da ona ayırmak istedim. Kendisi bir filmden önce kısa bir süre aramızda olduğu için de fazlasıyla mutluyum. Fakat kendisiyle yapılan söyleşiye katılamadığım için ise üzgünüm.

Deepa Metha ne kadar Kanada'da yaşasa da filmlerinde Hindistan'dan ve Hindistan kültüründen bahsetmeden yapamıyor. Ayrıca bu filmleri yapabilmesine sebep olan ülkenin Kanada olduğunun altını çizerek bu tarafı da asla es geçmiyor. Filmlerinde genelde kadın ve çocukların yaşadıkları zorlukları ve  eski ve kötü gelenekleri anlatarak bir toplum eleştirisi yapmaktadır. Bu sebeple de filmleri defalarca zorluklarla karşı karşıya kalmış. Mesela Water (Su) filminin çekimi 5 yıl uzamış ve başka ülkede çekimleri tamamlamak zorunda kalmışlar. Ama o bunları yaşadıkça hikayelerini anlatmaya da devam edecek elbette.

Deepa Metha'nın en bilinen filmleri Element Üçlemesi. İlk film Fire (Ateş) Hindistan sinemasındaki ilk lezbiyen temalı film olarak anılıyor. Bu sebeple de gösterildiği dönem sinema salonları basılmış ve hatta yakılmış. Aslında yönetmenin filmlerinde anlatmak istediği şeyler başına gelmiş hep. Eleştirdiği şeylerin bu şekilde tepki alıyor oluşu herhalde kendi kendini motive eden durum olsa gerek. Earth (Toprak) filmi ise Hindistan ve Pakistan'ın bölünme sürecini anlatıyor. Farklı din ve düşüncelere sahip olmalarına rağmen birlikte olan bir arkadaş grubu, mevcut havadan etkilenmeyeceklerini düşünmektedirler. Fakat durum öyle olmuyor. Sıkıntılı geçen bu süreç herkesin hayatını değiştiriyor. 

Element Üçlemesinin son filmi ise Water (Su). Film, Kanada'nın en iyi yabancı film Oscar adayı olmuş. 8 yaşında evlenip dul kalan bir kızın gözünden Hindistan'daki dul kadınlara bakış açılarını eleştirmiş Metha. Dul kalan kadınlar sadece dul kadınların olduğu bir eve gönderiliyor ve hayatlarının sonuna kadar hem orada kalmak zorunda aklıyorlar hem de hiçbir zaman tekrar evlenemiyorlar. Filmin çekimleri 2000 yılında başlanmış olsa da 2005 yılında anca bitiyor. Deepa Mehta her şeye rağmen bu filmi çekmeyi başarıyor. Benim ise ona ait izlediğim en iyi film olduğunu söylemem gerekiyor burada tabi.

Heaven On Earth (Yeryüzü Cenneti) ise daha önce hiç görmediği biriyle evlenmek için Kanada'ya giden bir kadının hikayesini anlatıyor. İlk başta her şey güzel gibi görünse de kocasından şiddet ve ailesinden baskı görmeye başlayınca her şey değişiyor. Ailesinin onu geri kabul etmeyeceğini düşündüğü için orada kalmak zorunda da kalıyor. Çalıştığı yerdeki bir kadının yönlendirmesiyle de farklı şekillerde çıkış yolu arayışına giriyor. 

Yönetmenin izlediğim son filmi ise Midnight's Children (Geceyarısı Çocukları). Yine anlattığı hikayenin arka planında bir Hindistan hikayesi gizlemiş Metha. Hindistan'ın bağımsızlığından, Pakistan ile olan savaşa kadar bir çok konuya değinmiş yine. Sanırım yönetmenin en sevdiğim yanı da bu oldu işte. Filmleri izlerken bir yandan da Hindistan tarihi hakkında araştırma ve bilgi edinme fırsatı buldum. Bana bu merakı veren şeyler bu filmler oldu. Deepa Metha'nın genel Hint filmlerinin tarzı dışında bir anlatım tarzı olması da onu sevmeme sebep oldu. Bir sonraki filmini merakla bekliyorum.